Ney gibi her dem ki, geçmiş ömrümü yâd eylerim. Tâ nefes var ise kuru cismimde feryad eylerim. - Niyâzî-i Mısrî
Sazlıklar içinde yaşayan bir garip kamış idim. Bir gün sazlığın, rüzgarda hoş nağmeler çıkardığını farkeden bir el tarafından, kamışların içerisinden, en sevdiğim diyarımdan sökülüp çıkarıldım. Bu el beni varlığımın bilincine vardığım, nefes aldığım ailemin yanından, yurdumdan koparıp aldı. Bilmediğim, tanımadığım, evime hiç mi hiç benzemeyen bir yere götürdü. Loş bir boşluktaydım sanki. Küçük ışık huzmelerinin etrafa saçıldığı bir odanın içindeki tezgaha yatırıldım. Birisi yanıma, çok yakınıma doğru iyice yaklaştı. Korkuyla ürperdi içim. Elinde ilk kez gördüğüm, değişik sesler çıkaran bir aletle üzerime doğru eğildi. Kulakları sağır eden bir ses ve sonrası hatırlamak istemeyeceğim kadar büyük bir sessizlik… İçim tamamen boşaltılmıştı. Boşalan içim değil sanki ruhumdu. Sonra sancılı geçen birkaç gün.. Yerimi, aslımı unutmam, benliğimden tamamen vazgeçmem için uzunca bir süre kurumamı bekledi. Ruhumu da kurutabileceğini sanmıştı, oysaki kuruyan sadece bedenimdi. Belirli bir zaman daha geçmişti ki tekrar tozlu tezgaha yatırdı beni. Kızgın ateşle ısıttığı demiri önce elinde gördüm sonra tenimde hissettim. Başıma ve sonuma demir boğumlar yerleştirdi. Ruhum artık bir kafeste gibiydi. Aynı kızgın ateşle gövdemin belli yerlerinde çeşitli delikler açtı. Artık ben o eski ben değildim. Sazlıkta neşe içinde salınan, kuşların ötüşüyle mutlu olan, rüzgarın sesiyle kendi sesini birleştiren, güneşin iç ısıtan sıcaklığıyla gevşeyen ben yoktum artık. O günler çok çok uzaklarda kalmıştı. Vatanımdan ailemden sevdiklerimden koparılmış, ayrılmıştım. Derdimi anlatacağım beni içten anlayacak bir gönüle ihtiyaç duyuyordum. Günler bu özlemle geldi geçti. Bir gün esrarlı bir elin bana samimiyetle dokunduğunu farkettim. Yüreğinin saf derun halini tüm bedenimde hissettim. Hüznüme ortak olmak ister gibi bir hali vardı. Beni bulunduğum bu mezbahadan o gün alıp götürdü. Nahif dokunuşlarla beni sarıp sarmalamıştı. Beni anlayacağını derdime bir nebze de olsa derman olacağını anlamıştım. Onun nefesiyle yeniden can buldum. Beni üfledikçe sazlıktan ayrılışıma feryat ettim, durdum. Dostumun notalarına benim feryadım eşlik etti. Nefesini nefesime katarken ben yoktum artık biz vardık. Neyzenimle buluşmuş, inleyen bir ney olmuştum. Bizi dinleyenlerin kalbine de huzur..
Güzel bir yaz akşamı tarihi yarımadada Ayasofya’yı ziyaretimin ardından büyük meydana çıkmıştım. Akşamın o güzel serinliğinde tramvay yoluna çıkıp, Gülhane Parkı yönüne doğru yürürken kulağıma çok derinden bir ney sesi geldi. O kadar çok severim ki neyin o tılsımlı titreşimlerini..
Güneşin batışını karşıma alıp çaresizce sesin geldiği yöne doğru yürüdüm. Eski Bizans Bazilica’sı halk dilinde ise Yerebatan Sarnıcı’nın önüne gelmiştim. O davudi ses işte tam da buradan yükseliyordu. Girişte akşam yapılan etkinliğin afişi asılıydı. Afişte “Yerebatan Sarnıcı’nda Ney Dinletisi” yazıyordu. Afişi okuduktan sonra aşağı inen merdivenlere yöneldim. Ruhumu saran sese doğru hızlı adımlarla ilerledim. Daha önce de geldiğim ve çok etkilendiğim bu sarnıca neyin büyüleyici sesi de eklenince ortamın atmosferi farklı bir boyuta geçirdi beni. Osmanlı döneminde su deposu olarak kullanılan bu sarnıç yaklaşık olarak bin beş yüz yaşındaydı. İçinde bulunan devasa sütunlardan dolayı halk lügatine Yerebatan Sarayı olarak geçmişti. Loş kırmızı ışıklar altında sarnıca bakarken tüylerim diken diken oldu. Önümde ters duran Medusa heykeline selam verip, ağlayan sütunu sağıma aldım, sularda raks eden balıklara tebessüm ederek kırmızı ışıklarla yoğun olarak aydınlatılmış orta sahneye doğru yürüdüm. Su damlalarının çıkardığı sese karışan neyin sesi ruhumun en iç köşelerine kadar sızmıştı. Hipnotize edilmiş gibiydim. Neyzeniyle buluşan ney ve bir kamıştan çıkabilecek en anlamlı nağmeler. Hüzünle karışık tarifsiz bir mutluluk. Tüm bunlara ortamın büyüleyici havası ve akustiği de eklenince muhteşem bir müzik şöleninin içinde buldum kendimi. Basilica’nın nemli ve serin havasında duyduğum bu tınıyı hiç unutamıyorum. Neyin hüzünlü hikayesi aklıma geldikçe o yaz akşamına giderim. “Ney sükutu anlatıyorsa, neyzene yakışan da sükutu yaşamak olur.”derler. Sükutu bana derinden yaşatan Neyzen Hakan MENGÜÇ’den “Silent Cue”(Vazgeçtim) icrasını yerin altındaki bin beş yüz yıllık sarnıçtaymış gibi her defasında tekrar tekrar dinlerim.
Mevlana Hazretleri’nin ney üzerine çok sevdiğim şu sözleri ile yazımı sonlandırmak istiyorum.
Üfle ey Ney! Hicranımı, sırrımı duysun cihan-ı alem, hasreti yazmaktan yırtıldı kağıt, çatladı kalem…