Bilgi felsefesinde iki temel eğilim bulunur. Birincisine göre aklımızla bulduğumuz doğrular, ilkeler… Bunları savunan rasyonalistlerdir… İkincisi ise akılda bu tür ilkelerin olmadığını, her şeyin deneyle kazanıldığını söyleyen empiristler…
Rasyonalistlere göre Tanrı aklımıza çeşitli ilkeler ekti. Bu ilkeleri bulup açığa çıkardığımızda doğanın işleyişi anlaşılır kılınıyor. Dolayısıyla aklımıza yöneldiğimiz zaman aklımızda bulduğumuz ilkelerden, kesin bilgilerden yola çıkarak doğayı kavrayabiliriz. İddia bu…
Rasyonalizme vurgu yapan filozoflar duyumdan elde edilen bilgileri yok saymazlar. Ama onlara göre algılarımız kesin bilgi vermez. Gözlemleyerek kesin bilgilere ulaşamayız. Peki, ne yapacağız? Aklımızda ekilmiş bilgiler bize yol gösterecek. Biz ancak onlar aracılığıyla kesin bilgiye ulaşacağız… Modern çağın başlatıcısı olarak kabul edilen filozof Descartes bir rasyonalisttir. Descartes yönteme vurgu yapan filozoftur. O aklında bulduğu “Tanrı eliyle ekilmiş” düşüncelerden yola çıkarak felsefesini kurar. Matematiksel kavramlar Descartes’e göre tanrının insan aklına koyduğu bilgilerdir. Biz bu bilgiler sayesinde yeni ilkeler bulabiliyoruz. Örneğin Eylemsizlik İlkesi… Eylemsizlik ilkesi hiçbir şekilde deneyimlenemeyecek bir ilke, neydi eylemsizlik ilkesi? Sürtünmesiz bir ortamda bir cismin hareketini sonsuza kadar sürdürmesi… Bunu deney aracılığıyla başaramayız. Çünkü hiçbir deney sürtünmesiz bir ortam sağlayamaz ve hiçbir zaman bir cismin sonsuza kadar hareketini sürdürdüğünü gözlemleyemeyiz. Biz bu ilkeleri bütünüyle doğada bulmuyoruz. Fakat öyle bir matematiksel kurgu ortaya koyuyoruz ki bu matematiksel kurgu doğayı açıklıyor.
Rasyonalistlere göre “Ruh maddi olmayan bir tözdür.” Bu kabule göre ruh maddi olmadığı için yer kaplamaz, yer kaplamayınca bölünemez. Bölünemediği içinde yok edilemez. Çünkü bir şeyin yok edebilmesi için parçalanması gerekir. Ruh yok edilemediği için ölümsüzdür. Sonuç olarak ruhtan başlayıp ölümsüzlüğe gelmek… İşte tüm bunlar mantıksal sonuçlardır…
Rasyonalistlerin en önemli tezlerinden biri de neden-sonuç arasında zorunlu bir ilişkinin olmasıdır. Ne demek, nedenle sonuç arasında zorunluluk ilişkisi? Bir olayın nedeninin bir başka olayın sonucu görülmesi demek…
Rasyonalistler Tanrı’nın varlığını kanıtlamak açısından şöyle düşünür: Bu dünyada olup biten her şey birbiriyle bağıntılı. Her olay bir başka olayı tetikliyor. Bütün bu olaylarda nedenler zincirinin kökenine doğru gittiğimiz zaman, diyelim en başta 500 tane olay vardı, sonra bu 500 olayın 100 olaydan kaynaklandığını gördük, sonra 50’ye indirdik, sonra bütün bu olayların kökeninde kendisi hiçbir olayın kökeni olmayan bir varlığın bulunması gerekir. O zaman Tanrı vardır. Dünyada olup biten her şeyin bir nedeni varsa, bu nedenler zincirinin kökeninde de bir Tanrı’nın olması gerekiyor, buna da Tanrı’nın kozmolojik kanıtlanması adı veriliyor.
Empirizmin en etkili isimlerinden David Hume, felsefe tarihi boyunca kuşku duyulmayan nedensellik ilkesini sağduyumuza aykırı gelen bir düşünceyle yerle bir eder. Hume’a göre bizim doğada gözlemlediğimiz olaylar arasında neden-sonuç bağlantısı, zorunlu olarak kurulamaz.
Zorunluluk yalnızca matematiksel ifadelerde vardır, der. Ne demek bu? Ben her sabah kalktığımda güneşin doğuşunu görüyorum, ama her sabah kalktığımda güneşin doğduğunu görmem, bir sonraki gün güneşin doğacağı anlamına gelmez, çünkü bunlar birbirinden bağımsız olaylardır. Diyelim bir bilim insanı deney aracılığıyla çalışıyor, bilimsel bir sonuca varırken iki olay arasında ilişki kuruyor. Bunu iki kez gözlemliyor, üç kez gözlemliyor, on kez gözlemliyor, yüz kez gözlemliyor, bin kez gözlemliyor… Fakat mantıksal olarak bin kez gözlemlenmiş olması bin birinci kez aynı gözlemin olacağı sonucunu doğurur mu? Doğurmaz. Öyleyse biz doğada olup bitenler hakkında nasıl zorunlu olarak neden–sonuç ilişkisi kurabiliyoruz? Alışkanlıktan dolayı, der… Biz öyle alıştığımız için gözlemliyoruz öyle olacağını umuyoruz. Hepsi bu.
Bir de insan zihnini boş bir levhaya benzeten, bu boş levhayı bebekliğimizden çocukluğumuzdan başlayarak yaşayarak deneyleyerek doldurduğumuzu iddia eden empirsit John Locke var… O da bu konuda şöyle der: “Madem öyle hepimizde doğuştan ilkeler var neden o zaman çeşitli kültürlerdeki tanrı farklı farklı tasarlanıyor, kimisi göktedir diyor, kimisi yerdedir, kimisi hem yerdedir hem göktedir diyor kimisi de ne yerdedir ne de göktedir diyor. Nasıl oluyor? Madem aynı kavram hepimizin zihninde var, çok temel bir kavram olan tanrı kavramı, nasıl oluyor da hepimizin zihninde farklı farklı olabiliyor?
Nadire neneme bunları anlattığımda şöyle demişti:
“Herkesin doğrusu kendine”
Şimdilik bu kadar…