2010 yılıydı.
Mesai günüydü ve çalışma ofisindeydim.
İşyeri açık ofis düzeninde tasarlandığı için tüm salonu cam bölme arkasından gözlemleyebiliyordum. Masam bulunduğu konum itibariyle salona hâkimdi. Ortamı gözlemlerken uzak köşedeki salon giriş kapısından bulunduğum yöne doğru gelmekte olan birini gördüm. Bu şahıs tarzıyla oldukça dikkatimi çekmişti. Takım elbisesiyle uyumlu fularıyla, yürüyüş stiliyle rahmetli babamı andırıyordu. Heyecanlanmıştım. Bana doğru geldiğine emin olunca yerimden kalktım ve ona doğru yürüyerek kapıda karşıladım. “Buranın yöneticisi sizmişsiniz. Giriş katındaki görevlilerden öğrendim” demiş, biraz nefeslendikten sonra konuşmasına devam etmişti. Avukat olduğunu, Hukuk Bürosu’nun “Millet Caddesi” üzerinde bulunduğunu belirtmişti. Elazığlı olduğumu öğrenince Elazığlılar Derneği’nin Avukatlık bürosunun çok yakınında olduğunu, ara sıra cümbüşüyle birlikte kürsü başı programlarına eşlik ettiğini söylemişti.
“Bazen yürüyüş yapayım bahanesiyle gelip, faturaları sizin gişelere yatırırım. Son aylarda kurumunuzun personel bakımından bayağı gençleştiğini görüyorum. Ofisiniz cıvıl cıvıl genç çalışanlarla kaynıyor. Sanırım özelleştirmeden dolayı izlenen bir politika…” demişti. Yeni evli oğlunun bir ilaç sektöründe çalıştığını ancak yakın bir geçmişte işten çıkarıldığını, evladının böyle bir yerde çalışma imkânın olup olmayacağını kaygılı ve hüzünlü gözlerle ifade ettiğine tanık olmuş, üzülmüştüm… Şirket, işe alımda 4 yıllık işletme, iktisat, iletişim ve benzeri bölümlerden mezun gençleri tercih ediyordu. Avukat Bey’in oğlu ise sağlık bölümü mezunuydu, müracaatı büyük olasılıkla olumsuz karşılanacaktı. Zaten mesleğine uygun bir yerde çalışması onun için daha iyi olacaktı.
Avukat beyin yüzünde rahmetli babamın bizlerin geleceği ile ilgili konularda endişelendiği hali hatırlayınca hüznüm bir kat daha artmıştı. Bu duygu yoğunluğuyla Avukat beye olumsuz cevap verip göndermek istememiş, onu dinlerken bir taraftan da zihnimde çözümler üretmeye çalışmıştım.
Doktor Ercan Kesal (oyuncu, yazar) aklıma gelmişti… Kendisi “Özel Ok Meydanı Hastanesi”’nin sahibiydi. Bu konuya ancak o çözüm bulabilirdi. Telefonla kendisini aradım ve müsaitse yarın ziyaret etmek istediğimi söyledim. “Olur” dedi. Bizler de Avukat Bey ve oğlu ile birlikte belirlenen saatte Dr. Ercan Kesal Bey’in ofisine gittik. Ercan ağabey, gençle detaylı bir görüşme yaptıktan sonra “Senin kapasitendeki biri için bizim hastane biraz yetersiz kalır. Seni çok daha donanımlı bir hastaneye yönlendireceğim. Umarım orada işe başlarsın.” dedi.
Adını hatırlayamadığım gencin o hastanede işe başladığını, teşekkür için bir paket çikolata ile yanıma gelen Avukat Bey’den öğrenmiştim. Zihnindeki endişeden kurtulmuştu… Gözlerindeki hüznün yerini sevinç kaplamıştı. Ne kadar da mutluydu! Mutlu olmak bir baba için ne kadar da kolaydı…
O ziyaret sırasında bana şöyle demişti…
“Bu yaşıma kadar iki kez başım sıkışmış, çaresiz kalmıştım. Bu üçüncüsüydü. İlki, bir kurumun avukatlığını yaptığım dönemdi. Arazi davası için İstanbul Adliyesi’nde kararın verileceği son mahkemeye girecektim. Kurum adliyeye taksiyle on beş dakika mesafedeydi. Mahkemeye kısa bir süre kala dışarı çıktığımda trafiğin kilitlendiğini görünce başımdan aşağı kaynar sular dökülür gibi oldu. Duruşmaya zamanında yetişemeyecek, davayı kaybedince kurumu milyonlarca lira zarara uğratacaktım. O an aniden önümde bir motosiklet durdu. “Atla” dedi. Sıkışan trafiğin arasından son dakika kala beni duruşmaya yetiştirdi ve mahkemeyi kazandık. O motosiklet nereden çıktı, nasıl geldi, beni nasıl yetiştirdi? Bilmiyorum.
İkincisi ise ödeme günü gelmiş bir senedim vardı ama o gün ödeyecek bir kuruş param yoktu. Ofiste kara kara düşünürken birden telefonum çaldı. Arayan bayan, yolun karşısındaki binada bulunduğunu, büro telefonunu dış duvarda asılı tabeladan okuduğunu müsaitse bir konu hakkında patronunun görüş almak istediğini söyledi. Patronuyla görüşürken bu konunun telefonla anlatılamayacağını belirttim ve çay içme bahanesiyle cadde karşısındaki ofislerine gittim. Çayımı yudumlarken gerekli bilgileri kendisine aktardım ve müsaade istedim. Çıkarken bana bir zarf uzattı. Bu nedir? Diye sordum. “Bu ücretiniz” dedi. “Beni aydınlattınız ve bir sürü sıkıntıdan kurtardınız. Hem de ofisime kadar gelerek…”
“Ofiste boş boş oturuyordum. Hem komşu sayılırız, çay ikramınız yeterli” deyince, “Çam sakızı çoban armağanı…” diyerek zarfı zoraki elime sıkıştırdı. Büroya gelip zarftaki parayı saydığımda senetteki meblağın 500 TL. Üzerinde bir para olduğunu gördüm. Bu hususu da asla unutamam… Üçüncü hususa gelince o da sensin…”
***
Filozoflara göre İyi’nin ve İyi insanın pek çok tanımı vardır. Karl Marx’ın İyi’si açıktır, çok da sadedir: O’na göre, insanlar sağlıklı beslenmeli, temiz suya ulaşmalı, şairane konaklamalı, tiyatroya gitmeli, kitap okumalı, seyahat etmeli, âşık olmalı, sevmeli, çitleri, duvarları ve alanları yıkmalı, dayanışmalı, yeni olana doğru açılmalı ve kendini gerçekleştirmelidir.
Marx, insanın hem doğal, hem toplumsal hem de türsel gereksinmelerini görerek, insanların bu ihtiyaçları karşılandığında ancak, tek boyutlu olmaktan kurtulup bütünsel bir insan olabileceğini ileri sürüyor…
Ne mutlu bütünsel insan olabilene…