Nadire nenem çok güzel bir kadındı. Hem de çok… Büyülü gözlerinin rengini babasından aldığını söylüyordu. Babası “Alışamlı Cıngır Nuri” diye anılıyormuş. “Cıngır” lakabı, gözlerinin nazar boncuğu mavisini çağrıştırmasından geliyormuş. “Alışam” da Keban baraj gölü su tutmaya başlayınca su altında kalan Nadire nenemin doğup büyüdüğü köyüymüş…
Henüz çocukken, Mastar dağı üzerinde dolunayı her gördüğünde dama çıkıp seyre dalar, şarkı söylermiş. Sesine gelen kırlangıçlar, keskin çığlıklar atarak kendisine eşlik edermiş… Serilip serpilince beğeneni çoğalmış… Ama o taliplerinden teyzesi oğluna varmış, Elâzığ’a gelin gelmiş.
İhsan dedem, kabına sığmayan bir gençmiş… Evlenirse durulur demişler, durulmamış. İstanbul’a mal almaya gittiğinde bir Rum kadının büyüsüne kapılmış, ticaretten kazandıklarını bu kadına yedirmiş. Elazığ’a hep eli boş dönmüş… Ağabeyi bakmış zararı boyunu aşıyor, dedemle ortaklığı bozmuş, dükkândan kapı dışarı etmiş.
İhsan dedem bu olay üzerine soluğu Maden’de almış. Bakır Maden İşletmesi’nde işe girmiş. Ölümünden bir kaç ay öncesine kadar hep ayakta ve sağlıklıymış. Ama göbeğinin su toplaması içini kemiriyormuş. Bir akşam, fabrika ustalarından biri üzerinde “İhsan Tarakçı Ruhuna Fatiha” yazılı metal işlemeli bir çerçeveyi eve getirmiş. Nadire nenem gözyaşları içinde “Bu da nereden çıktı?” diye sorup ağlarken dedem ustayla şakalaşıyor, ona rakı ikram ediyormuş.
“Boş ver, hadi iç!”
Dedem işten dönüşünde ev hareketlenirmiş. Çocuklar üstlerine başlarına çeki düzen verir, saçlarını tararlarmış. Ortada dağınık bir şey kalmazmış. Onu ilk karşılayan Karabaş adlı köpekleriymiş… Yolun başında görür görmez dedeme doğru heyecanla koşarmış. Eve kadar yoldaşlık edermiş. Dedem evden içeriye girmeden kapı önünde biraz bekler bir sigara yakarmış. Nenem onu avluda karşılar, içeriye alırmış. Sonra çocuklar içeriye girer, onları tek tek yanına çağırır, doyasıya öper, okşar, sonra da kendi hallerine bırakırmış.
Yazları vakitlerini Dicle nehri kıyısındaki bahçede geçirirlermiş. Nadire nenem geceden nevale hazırlar, sabah eşek eşliğinde yola çıkılırmış. Bahçeye varır varmaz dedemin ilk işi kova içine koyduğu rakı şişesini nehire sarkıtmak olurmuş. Vakti geldiğinde gül ağacının altındaki masaya nenem tarafından yemekler yerleştirilir, kova nehirden çekilirmiş…
Yine bir dolunay gecesi kırk altı yaşındaki dedem gül dalına uzanmış, içlerinden birini çekip koyu kırmızı büyük bir gülü koklamış, koklamış… Onunla dostça tokalaşmış… Kırmızı büyük gül, bunun üzerine kendisini dedeme sunmuş. Dedemin avuçlarında nehir kenarına doğru ağır ağır yürüyüp gözden kaybolmuşlar.
Gitmişler, bir daha da dönmemişler…