Prof. Dr. Mehmet Çavaş

FİLİSTİN GERÇEĞİ!

Prof. Dr. Mehmet Çavaş

Filistin toprakları, üç semavi dinin kutsal kabul ettiği Kudüs’ün bu topraklarda olması nedeniyle tarih boyunca hep bir mücadele merkezi olmuştur. Tarihi sürece bakıldığında dünyanın merkezi konumunda bulunan Ortadoğu, sahip olduğu kaynaklar ve stratejik konumu nedeniyle hep bir cazibe merkezi olmuş, küresel güçler arasındaki egemenlik mücadelesinden dolayı bölgede savaşlar hiç bitmemiştir. Uzun süredir Filistin toprakları üzerinden devam eden Arap-Yahudi mücadelesi, Yahudilerin bölgeye göç etmesiyle başlamış ve 20. Yüzyılın en uzun mücadelesi olarak tarihe geçmiştir. Yahudiler için bu kavganın temel nedeni dini olsa da Siyonizm’in hedeflediği siyasi ve politik yönlerinin olduğu da unutulmamalıdır. Yahudi inanışına göre Filistin bölgesi, Yahudilere Tanrı tarafından vaat edilmiş topraklardır. MS 70 yılında Romalılar tarafından bölgeden sürülen Yahudiler, yaklaşık 2000 yıl uzak kaldıkları bu topraklara geri dönüş mücadelesini hiç bırakmamış ve hep vaat edilmiş topraklara geri dönme hayaliyle yaşamışlardır. 19. yüzyılda Avrupa’da antisemitizmin yükselmesine karşı ortaya çıkan Siyonizm, İsrail Devleti’nin kuruluşuna giden süreci hızlandırmış fakat Avrupa bir Yahudi devletinin kurulmasına başta karşı çıkmıştır. 1897 yılında yapılan birinci Siyonist Kongresinde ortaya konulan “Halkı olmayan bir ülkeyi, ülkesi olmayan bir halka devredin...” sloganı Avrupa’da etkili olmuş ve değişen şartlarda dikkate alınarak Avrupa’nın çıkarlarına hizmet edecek bir Yahudi devletinin Filistin topraklarında kurulmasına rıza gösterilmiştir. Yahudi devleti için bu bölgenin tercih edilmesinin nedeni, Tevrat’a göre Hz. İbrahim, Allah’ın emriyle kabilesi ile birlikte Babil’deki Ur şehrinden vaat edilmiş topraklar olan Kenan diyarına göç etmiş ve efsaneye göre Nil’den Fırat’a kadar uzanan topraklar İsrail oğullarına verilmiştir. Bu bölgeye yerleşen Yahudiler daha sonra Mısır’a göç etmiş ve MÖ 1004-965 tarihleri arasında Hz. Davud tarafından on iki İbrani kabilesi bir araya getirilerek kurulan krallık, Kudüs’ü fethederek Yahudi devletinin başkenti yapmıştır. Hz. Davud ölmeden önce oğlu Hz. Süleyman’ı tahta çıkararak kral ilan etmiş ve MÖ 965-930 tarihleri arasında krallığı yöneten Hz. Süleyman, Mısır’dan Fırat Irmağı’na kadar olan toprakları fethederek devleti ekonomik ve siyasi bakımdan güçlendirmiştir. Hz. Süleyman, ilk Yahudi tapınağı olan Beyt-i Makdis’i (Süleyman Mabedi) inşa etmiş ve Kudüs’ü İbranilerin kutsal şehri haline getirmiştir Hz. Süleyman’ın MÖ 930 yılında ölümü ile devlet ikiye bölünmüş ve daha sonra Asur İmparatorluğu’nun hâkimiyetine girmiştir. Asur İmparatorluğunun yıkılmasıyla birlikte bölge Bâbil Krallığının egemenliğine girmiş ve Süleyman Mabedi yıkılmıştır. Bölgede yaşayan Yahudiler göçe zorlanarak dünyanın farklı bölgelerine göç etmeleri sağlanmıştır. Bölgede göçe zorlanan Yahudiler, Filistin’e tekrar geri dönme umuduyla hep dayanışma içerisinde kalmış ve bu şekilde varlıklarını korumuşlardır. İslam beldelerine göç eden Yahudiler huzur ve barış içerisinde yaşarken, Avrupa’ya göç eden Yahudiler Hz. İsa’nın Katilleri olarak değerlendirilmiş ve yüzyıllar boyunca dışlanarak baskı ve zulme maruz bırakılmıştır. Avrupa’da itibar edilmeyen ve her türlü ayrımcılığa maruz kalan Yahudiler için yolun sonu görülmüş ve bu yüzden kendilerini vaat edilmiş topraklara götürecek bir Mesih arayışına girmişlerdir. Bugün Siyonizm’in babası olarak kabul edilen Macar Yahudi’si Theodor Herzl bu yolu açacak Mesih olarak kabul edilmiştir. Theodor Herzl’in etrafında toplanan Yahudilerin verdiği mücadele bu yolu açmıştır. Özellikle 18. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı İmparatorluğunun zayıflamaya başlamasını fırsata dönüştüren İngiltere, Fransa ve ABD, Filistin bölgesindeki etkinliğini artırmış, bölgede Hıristiyan misyoner okulları ve konsolosluklar açmış, ulaşım ve iletişim alanında yaptıkları yatırımlar Avrupa ile bölge arasındaki bağları güçlendirmiştir. Tehlikeyi fark eden Osmanlı yönetimi yaptığı yasal düzenlemeler ile özellikle toprak alım/satımını kısıtlamış, bölgede yapılacak inşaatların iznini doğrudan İstanbul’a bağlayarak bölgeye Yahudi göçünü engellemeye çalışmıştır. Ne yazık ki Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması ile birlikte Filistin bölgesi, Aralık 1917’de İngilizlerin eline geçmiş ve Osmanlı hâkimiyeti bu topraklarda son bulmuştur. Bölgenin İngiltere’nin eline geçmesiyle birlikte, İngiltere Siyonist Dernekleri Başkanı Lord Rothschild 18 Temmuz 1917’de İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour’a bir mektup yazarak Filistin’in Yahudi vatanı olmasını, Yahudilere herhangi bir kısıtlama getirilmeden bölgeye göç etmelerinin sağlanmasını, Yahudilerin burada kendi kendilerini idare etmelerini talep etmiştir. Bu taleplerin kabul edilmesiyle, Avrupa hem Yahudilerden kurtulmuş hem de bu bölgede kendi çıkarlarına hizmet edecek bir uydu devletin kurulmasının temellerini atmıştır. Avrupa ve dünyanın diğer bölgelerinden Filistin’e başlayan Yahudi göçü her yıl bölgedeki Yahudi nüfusunu artırmış ve 1948 yılına gelindiğinde yaklaşık 500 bin yahudi bölgeye geri dönerek 14 Mayıs 1948 yılında İsrail devletinin kurulduğu ilan edilmiştir. Arz-ı Mev’ud’a yeniden dönmek ve altı köşeli Davut yıldızı altında yeniden vücuda gelmek için Filistin bölgesine göç eden Yahudiler 1917’de nüfusun % 8’ini oluştururken, Filistin topraklarının % 2,5’ine, 1947’ye gelindiğinde nüfusun % 31’ine Filistin topraklarının ise % 6-7’sine sahip olmuşlardır. Bugün gelinen noktada neredeyse Filistin topraklarının tamamını ele geçirmiş, kurulduğu günden bugüne bir terör devleti olarak batınında desteği ile Filistinlilere soykırım uygulamıştır. 1948’den bugüne hem Filistinlileri göçe zorlamış hem de kadın, çocuk, genç, yaşlı demeden binlerce insanı katlederek insanlık suçu işlemiştir. Ne yazık ki bütün bunlara rağmen başta BM olmak üzere uluslararası kuruluşlar bu katliamları seyretmiş, meşru müdafaa diyerek adeta İsrail’i bu katliamları yapmaya teşvik etmiştir. Bugün gelinen noktada Filistin ve İslam dünyasının bölünmüşlüğü, geri kalmışlığı ne yazık ki Filistin ve İslam dünyasında akan kan ve gözyaşının durdurulmasında yetersiz kalmıştır. Yıllardır devam eden bu dramı durdurmak için dünyanın her tarafında yapılan İsrail’i protesto gösterileri maalesef etkili olamamış, akan kan ve gözyaşını dindirememiştir. Bu yüzden İslam dünyasının içine düştüğü bu buhrandan kurtularak birlik ve beraberliğini sağlaması, aklı ve bilimi merkeze alarak üretip güçlenmesi, adaleti hâkim kılması, hem küresel bir aktör olması hem de İslam coğrafyasında akan kan ve gözyaşının dindirilmesinde etkili olacaktır. Aksi takdirde geçmişten bugüne ne olduysa, gelecekte de aynı veya benzer şeylerin olması kaçınılmaz olacaktır…

Yazarın Diğer Yazıları